top of page

Saf ve Noktasız

  • Yazarın fotoğrafı: Ferhan Tutaşer
    Ferhan Tutaşer
  • 10 Eki 2018
  • 15 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 25 Haz 2020

  Beyaz rengin hâkimiyetindeki banyoda, yaptığı soğuk duşun ardından kalan ıslak bedeniyle, küvet taburesinde kalakalmış gibi durdu. Dirsekleri dizlerinde, başı öne eğik, ayaklarına öylece bakarken, az önce kapattığı musluktan gelenler ile burnunun ucundan düşen su damlalarını ve aralıklı dudaklarından o seslere eşlik eden nefes alış verişini duyuyor; kendini iyi hissetmiyordu. Çünkü uyanır uyanmaz, gördüğünü hatırladığı rüyasından dolayı morali bozuktu. Rüyasını düşünüyordu: Bir akşam vakti evinin caddeye bakan dar balkonundan Miray’ı, karşı kaldırımda uzun, siyah saçlarını rüzgarda yarı dalgalanır halde ve başını kaldırmış ona bakarken görüyordu. Uyanıklık hesabına göre birkaç saniye sonra da kadın, apartmana doğru yürüyüp geliyor, içeri girip girmediği tam anlaşılmamasıyla beraber, evinin kapısı da hiç çalmıyordu. Bu, Altan’ın Miray’la ilgili gördüğü ilk rüya değildi. O, onun nerde ve nasıl olduğunu, pek de bir şey söylemeden neden gittiğini merak etmesiyle, kafasında giderilmemiş sorular birikmişti.

     Şimdi, anne ve babasının evlenmelerinden itibaren kalmış oldukları efsane adres Melek Sokak’ta bir süre ablasıyla beraber yaşadığı, onun da evlenmesinden sonra da tek başına sahiplenme şeklinde belirginleşen dairesinin banyosundayken başını kaldırarak kalkmaya niyetlendi. İçerden arkadaşı Halil Ozan’ın gelmiş olduğunun seslerini duydu. Halil Ozan, işsiz sayılabilecek bir berber. Altan’ın çocukluk arkadaşı. Birkaç giysi, diş fırçası vb. eşyalarını burada tutmuş ve hatta evin bir anahtarı da onda olabilecek kadar evden biri. Halil bir şeyler söylüyor, o da duymak için kulak kabartıyordu. Ama sadece, onun keyifli keyifli ‘seninki yine atmış mektuplarını binanın önüne’ dediğini duyabildi. 

     Altan küvetten kalkma gücünü bulmaya çalışıyordu şimdi. Otuzlu yaşlarının dinçliğine rağmen bugün yavaş hareket ediyordu. Kalktı… Son zamanlarda az da olsa kilo vermişti ve kendi suretine bakmayı da istemeyecek kadar sıkıntılıydı. Küvetten çıkar çıkmaz karşısında kendini gösteren aynadan başını çevirdi. Ardından yine de tekrar karşısına geçti. Başını hafifçe yana çevirerek,ona ait gibi durmayan bir dudak kıvrımıyla gülümseme ile tebessüm arası bir hareket yaptı. Kendine baktı böyle. Siyaha çalan kahverengi saçlarını üstünkörü taradı. Dişlerini fırçalamaya üşeniyordu, bunu az sonraya erteledi ve üzerinde havlusuyla salona doğru yürüdü. Halil’in az önceki varlık sesi, Altan’ı bu alana itmişti, ister istemez. Birkaç adım sonra içerden, o banyodayken açılan radyonun sesini işitti. Dinlemeyi istediği şarkının çalması ihtimali dolayısıyla kapatmayı düşünmedi. Salona varmak üzereyken mutfağa doğru bakıp geçti ve geri adım attı. Halil’in buzdolabı kapısına yapıştırdığı not gözüne çarpmıştı. Önce mutfağa girdi böylece. Notu okudu: ‘Bu taraflardaydım, Saliha teyzeme uğrayacağım,kızından bahsetti yine. Şimdilerde de balkona çıkıp ‘bir hiç uğruna’ deyip duruyormuş. Birkaç şey alıp çıkıyorum. Mektubunu da masana koydum.’ Son cümlenin ilk kelimesinden sonra, heyecanla çekti alıp kağıdı. Buzdolabının kapısına bant izlerine bir yenisi daha eklendi. Salona geçti. Mektubu yollayan Miray olabilir miydi? Zarfı eline aldı ve açtı. Derya’dandı:

   ‘’Merhaba.. nasılsın falan diyeceğim ama pek oralı olacağını sanmıyorum. Bunu hep yapıyorsun. Gecenin bu saati birden yataktan kalkıp sana bunları söylemek istedim. Çünkü üzülüyorum. İçimde yer ettin ve ben, bu nasıl oldu gerçekten bilmiyorum. Sana aşık olduğumu söyleyemem ama niye beni bu kadar gerdin anlayamıyorum bir türlü. Sanırım en iyisi artık hoşçakal demek. Seni bir daha aramayacağım. Miray’ı halen unutamadığını hissedebiliyorum. Ama kabul et Altan, o artık yok. Geri de dönmeyecek. Biraz da kendini düşün be adam…’’ Altan, Derya’nın üzülmüş olmasına üzüldü fakat yazdıkları içinde en çok aklında kalan, Miray’ın dönmeyeceğini artık nerdeyse hemen herkesin ona söylemesiydi. Bu durgunlukla başını çevirip radyoya baktı kısa bir süre. ‘’Kabul et Altan, o artık yok. Geri de dönmeyecek.’’

     Halen Miray’ın, sorularına cevap bulması için gelip gelmeyeceğini, arayıp aramayacağını düşünüyor olması konusunda yanlış yapmış olabileceği ihtimalini düşündü ama hep aynı kapıya çıkıyordu: Miray neden birden gitti?.. Nerede? Bu sorulardan kurtulamıyordu. Alt etmek için, düşünmemek için çok da uğraştı. Kendine zaman vermeyi düşünecek kadar bilinçliydi de ilk zamanlar. Dokuz ay zaman biçmişti bunun için. Hem kolay atlatılabilir bir şey olmadığının farkında olduğu içindi bu dilim; hem de kendince bazı manalar katmak istiyordu duruma. Şöyle ki; dokuz ay sonra kendini yeniden doğmuş gibi hissetmek istiyordu ve yeni bir şeylere başlamak, en azından durumu baş edilebilir hale getirip, geleceğine dair daha az kaygılı yaklaşıp hayatını kolaylaştırabilmeyi amaçlıyordu. Aradan birkaç ay geçmiş ve hiçbir şey değişmemişti oysaki. ‘’…o artık yok. Geri de dönmeyecek.’’ Gerçekten artık dönmeyecek miydi? Ama ne olursa olsun, bir şeyler Altan’ı hep bu meselede tutmuştu işte. Şimdilik ne olacağını bilmiyor;  ilerisi için de bir öngörüsü yoktu.

    Banyoya, ertelediği diş fırçalama işi için gitti tekrar. Fakat halen bunun için kendini zorluyordu. Miray’a yine bir şeyler yazma fikri canlandı zihninde. Halen orda yaşayıp yaşamadığını bilmediği adresine yollamak üzere bir şeyler… Nerde yaşadığını bilmek de istemiyordu, çünkü uzun süredir olumsuzlukların netleşmesinden korkuyor ve hiç öğrenmeyip kırıntı halinde beslediği ihtimallerle yaşamayı seçmişti. Miray ELEK diye ismini yazıp, bildiği adresini not etmek dışında bir şey eklemiyordu. Hiçbir mektup zarfına kendi adresini yazmamıştı. Geri gelmesi onu mahvedebilirdi de. Fırçalama işini kısa kesip, salondaki tahta masada genelde hazır olan kağıtlardan biri ile kalemi aldı:

    Seninle uzun uzun konuşmayı çok isterdim. Baktım ki bunu yapmama bir türlü fırsat yok, ben de bu yolla sağlayayım dedim. Aslında bunları da yollamayacaktım, ama öbür dünyada söylemek yerine bu dünyada fırsatım varken neden söylemeyeyim dedim. Anlatacaklarımı anlamayacağını da biliyorum. Ben muhtemelen bu yazının bir yerinden sonra iyice moralsizleşecekken, sen belki de üf deyip geçeceksin en sonda. Sen bende öyle bir yer ettin ki anlatamam sana. Gerçekten anlatamam. Çünkü bana bile sığmıyor artık.     Seninle baştan beri hikayemiz  O KADAR GÜZELDİ Kİ! Biliyor musun kime anlatsam şaşırıyor, ki ben bile her anlatışımda heyecanlanıyorum halen… sana bebeğim diye seslenebilmeyi çok isterdim(bu kelimeden sonra da senin bana o muhteşem şekliyle gülümsemeni) …ilk karşılaşmamız.. bana teşekkür etmenden hemen sonra, başka bir şey söylememene rağmen seni görür görmez ,görür görmez ve görür görmez farklı şeyler hissedişim.. inanılmazdı. Gerçekten inanılmazdı. Daha konusu bile açılmadan  ‘isminizde T harfi var mı diye sorman.. belki hatırlamıyorsun bile. Hem hatırlasan sen de sahip çıkardın bana. benim o gün hemen telefona sarılıp, arkadaşıma olanları anlatışım… Belki de en önemlisi senden bir daha kopamayışım.     Sana defalarca ‘anlatacağım çok şey var’ dedim. O kadar acı ki. Seni çok özledim. seni içimden atmak daha da vaktimi alacak biliyorum. Nasıl baş edeceğimi bilmiyorum. geçen yıl beni aramana ne kadar sevindim bilemezsin. Yatağıma yattığımda daha önce hiç hissetmediğim gizli bir mutluluk bana fısıldıyordu, o kadar güzeldi ki. Ben de nerdeyse gülümsüyordum böylece ve sabaha kadar uyumadım bu yüzden. saat iki gibi yataktan kalkıp bulaşık yıkadım, vakit geçsin diye. Beni aradığın o geceden ‘şu an’a kadar hep telefona baktım arar mısın diye, çalan her telefona acaba sen misin diye heyecanla baktım, sürekli posta kutusunu açtım.     Seni görmeye aklının alamayacağı kadar ihtiyacım var. Ama o son aramandan sonra sen yine çekip gittin. Sana, daha önceleri de oraya gelerek çok yaklaşmıştım, orada da göstermedin kendini, gülüşünü, sesini, gül yüzünü, tarifsiz tavırlarını ve daha binlerce şey. Yine gittin. Yine seni görmeme 5 kala uzaklaştın benden. Bu yüzden sana olan kızgınlığım geçmeyecek. Bu yüzden beni aramanı ben de istemiyorum artık. Kızgınlıkla söylemiyorum, gerçekten çok sakinim. Arama çünkü bir hayale tutulmuşum ben. Yoksun. ve olmayacaksın asla. Seni görmek imkansız. İMKANSIZ. Böyle olunca nefes almakta güçlük çekiyorum. bu yüzden beni bi daha arama bitanem. yanıma kadar yaklaşıp da gözlerimi açtığım an kaybolmana dayanamıyorum artık. Zindana attın resmen. Seni göremedim. Yine kapkara oldum. Bu yüzden beni bi daha sakın arama hayatımın anlamı. Beni bi daha bulma gülçiçeğim. Beni bi daha arama büyülü meleğim. Beni bi daha arama yavru ceylanım. Beni bi daha arama gülüşüne hayran olduğum. Beni bi daha arama yüzüme dokunmasını en çok özlediğim. Beni bi daha arama cennet parçam. Beni bi daha arama kokusuna muhtaç olduğum. Ellerine hasret olduğum. Kaderim, güneşim, gecem, sabahım, evimin eksik sesi. İçimde bitmeyenim… Hayatım bundan sonra nasıl geçer bilmiyorum ama seni çok ama çok, ama çok özleyeceğim. Yolun bahtın o güzelliğine yakışır şekilde açık olsun. Kendine çok özen göster lütfen!

seni seviyorum.’’

Kağıdı bi kenarda tutup, koltukta sesini açmadığı televizyona bir süre baktı boş boş…

***

…Oturduğu yerde sıçradı birden! Uykuya dalmıştı ve telefon çalıyordu. Kalkıp kalkmama arasında bilinçsiz bir tereddütten sonra doğruldu ve telefona doğru hızlı adımlarla yürüdü. Böylelikle biraz zaman geçmiş oluyordu ki telesekreter kayda geçti: Merhaba Altan. Bahar ben.’’ O andan itibaren dinlemeyi tercih etti sadece. ‘’Nerdesin canım sen, kaç haftadır… Fotoğraf çekimini konuşacaktık hani? Sergiye var daha ama olsun, görmek istiyorum hem seni. Hadi öpüyorum, ara beni.’  Bahar’ın bu aramasını aklında tutup odasına girdiğinde, az önce yazdığını da daha önceki yazdıklarının üzerine koydu. Çıkmaya hazırlanırken radyo, bir şeyleri çalıyor değil de, bir şarkıyı halen çalmıyor olduğu anlamını taşıyordu. Bu duruma bir süredir alışkın olduğundan üzülmedi bile, sadece farkındaydı. Televizyonun altında eğilip önce radyoyu sonra televizyonu kapattı. Odasına gidip hazırlanıyor ve günü düşünüyordu, önce Bahar’ı arayıp buluşacaklardı. Sonra da daha önceden belirlenen caddede dağıtılmak üzere aldığı, çantasındaki broşürlerini insanların, ellerini uzatıp almalarını bekleyecek, bu işini bitirdikten sonra da ikinci el kitaplarını satmaya vakit ayıracaktı.

    Buluştular. Bahar daha çok sarıldı ona ve hemen anladı hevessizliğini. ‘Yapma böyle Altan ya.. ‘ Oturur oturmaz söze başladı Bahar. Sergiden, fotoğraflardan serginin birkaç şehirde geçekleşeceğinden falan bahsetti. Altan sadece dudağını büktü bir iki defa…

    Bir süre sonra karşısındakinin, dinlemekte biraz zorlandığını iyice fark eden Bahar, sözü Miray’a getirdi. Göz kısıklığını yüzüne de yayarak endişeli bir cümleyle bitirdi konuşmasını: ‘Hiç bilmiyorum Altan. Belki de evlidir artık.. Bahar’ın bu örtülü tesellisi Altan’ı iyice yordu. Elinin altındaki peçeteye bir şeyler karalıyordu. Bahar arada bir şeyler diyecek oluyor ama artık yetersiz geldiğini hissediyordu. Altan’ın elini tutmak için uzanırken, yazdığı peçeteyi almayı seçti. Kağıdın üzerinde yazanları okumaya çalışıyordu: ‘’ben ne yapıyordum o an. bir hastanenin acil servisine kaldırıldığımı hatırlamıyorum. ne yanımda bi arkadaşım sesi, ne de ambulansın sireni hafızamda yer etmiş değildi. Nerdeydim’’ Şaşkınlaşmış ve Altan’ın bu haline iyiden iyiye üzülüyordu. Altan sakince masadan kalkıp kapıya yöneldi. Bahar da ardından bir an bakakaldıktan sonra o da kalktı, derken çağrı cihazına gelen ileti yüzünden biraz da alelacele hareket etti. Altan’ı yakalayıp ‘unutma fotoğraf işini’ dedi ve yine tek taraflı öpücükle vedalaşıp farklı yönlere yürüdüler, biri hızlı, biri çok yavaş…

***

     Günleri, haftaları böyle, gittikçe umutsuzlaşarak geçip gitmeye devam ederken direnme gücü arıyordu. Bugün de sessiz evinin tek kişilik yatağında düşünmüştü. Daha sonra bir dilim peynir ve ekmek yanında bir bardak çay ile devam etmişti gününe. Öylesine oyalanıp durdu. Çöpü falan derledi. Şimdi kendini dışarı atarak rahatlamak istedi biraz. Evden çıktı. Sokakları caddeleri adımlarken, kalabalıklara karıştığını algılayamadığı zamanlar geçirdi. Hiçbir şey vücut bulmuyor gibiydi. Etrafında sesler ve renkler vardı sadece. Evdeki düşüncelerini dışarıya da taşımış, hangilerini giyindiğinden emin olmadığı kıyafetinin pantolon ceplerine ellerini sokmuş halde yürüyüp durdu. Son zamanlarda çoğu kere olduğu gibi yine bir an önce eve dönmek istedi. Yolda, kafasının içinde gelip giden şeyleri engelleyemediğini fark etti.

   Eve girer girmez de aklındakileri bir yerlere dökmek istedi:

‘YANIMDAKİ KOLTUKTAN MEKTUP YAZ BANA. BANA HABER VERİŞİNİ BU DERECE ÖZLEDİM. DÜŞÜNCEMDE YER EDİŞİN, ELLERİM YERE DOĞRU DÜŞMÜŞKEN OLUYOR HEP. AKLIMA GELMENDEN ÖNCE BOYNUM BÜKÜLÜYOR.

ALDIĞIMIZ MÜZİK KUTUSU BOZULDU,KENDİ KENDİNE ÇALIYOR ARTIK.SESİ DUYULUYOR MİRAY’IM VE BEN KAHROLUYORUM. BANA CİDDİ VE KÖTÜ BİR ŞEY SÖYLEMEN LAZIM. EN FAZLA İKİ CÜMLELİK NET VE SERT Bİ ŞEY! ÇÜNKÜ BEN ARTIK NEFES ALMAK İSTİYORUM. SENLE İLGİLİ RUHUMDAN ATAMADIĞIM DEPDERİN ACILARIM VAR. HALEN YAZILAR YAZIYORUM SANA, SÖYLEMEK İSTEYİP DE RUHUMA GÖMDÜĞÜM TONLARCA ŞEY ARASINDAN. VE SENİ ÖZLEMEKTEN NERDEYSE CAN KALMADI BENDE. YAP ŞUNU, O BANA YETECEK GALİBA. HADİ, HADİ İNSAFA GEL SÖYLE ŞUNU. İÇİMDEKİ AZABI TAHMİN BİLE EDEMEZSİN. BÖYLE YAPARAK, BENİ DENİZE ATARKEN, BİR DE AĞZIMI BURNUMU BAĞLIYORSUN, BENİ İKİ KERE BOĞUYORSUN. HADİ BİR DE BU EKLENMESİN, HM? LÜTFEN, KÖTÜ BİR ŞEY SÖYLE. ’’

    Bu son yazdıklarını da alıp odasına geldi. Elindekileri sehpaya koyup yatağında oturdu. Öylece duruyordu. Atlatabilmeyi umduğu dokuz aylık dönemin yarısını çoktan aştığını ve uzun süredir Halil’i görmeyip, yokluğunu hissettiğini fark etti. Geçenlerde dolapta gördüğü yeni bir notla, yakında geleceğini de öğrenmişti. Ayrıca, fotoğraf çekimi işini Bahar’la bugün için kararlaştırdığını hatırladı. Bahar’ın kişisel sergisi için bazı modellere ihtiyacı vardı ve bu modellerden biri olmasını Altan’a kabul ettirmişti nihayet. Bu evde çalışacaklardı. Bu görüşmeleri zihninden geçirir ve evde öylesine gezinirken koltuğun üzerinde kendi yazdığı bir şey buldu yine: huzur, yaşadığını unutmaktır. Geçen akşamlardan birinde yazmıştı galiba, tam hatırlamıyordu.

     Kapı çaldı. O olduğundan emindi. Bahar içeri girdi ve selamına kafayla karşılık bulunca ‘öff..bu hallerin beni öldürüyor. Neyse gel bakalım’ dedi, ve o devam derken, Altan da söylediklerine uyum sağlıyordu. ‘Hadi başlayalım bence bir an önce. Şu poşettekiler malzemelerimiz olacak. Konuşmuştuk galiba, şu boş odayı kullanıyoruz değil mi? Tut şunları‘ diyerek mürekkep şişeleri, eskiye ait gazeteler ve boş sayfalar tutuşturdu eline. Pek başvurulmayan birkaç eşyanın olduğu odaya girdiler. Birkaç küçük hazırlıktan sonra ‘geç şöyle Altan, şu tarafa doğru uzanmanı istiyorum. Yan yat. Evet… Güzel olacak güzel.’’ Bahar, işine yoğunlaşmışken, Altan pek heyecan duymadan sadece ona söyleneni yapıyordu. ‘’Bir kolun ve bacaklarının büyük bir kısmı görünsün istiyorum. Birkaç tane çekip bakalım. Hem az kare ile sağlanınca daha doğal buluyorum. Neyse, şöyle dur bakalım. Tamam…’’

    Sayfalar etrafta, mürekkep de kağıtlar ile en alta bilinçli bir dağınıklıkla serilmiş gazete parçalarının üzerine, Altan’ı korumaya çalışaraktan döküldü. Bahar bir süre poz aldıktan sonra fotoğraf makinesini şaşkın şekilde yüzünden aşağı indirdi ve duraksadı. Altan parmağıyla, dökülen mürekkeplerden sağ tarafına bir şeyler yazıyordu yere. ‘N’apıyorsun Altan ya’ diyesi geldi önce. Ama cevap alamayacağını biliyordu artık. Altan halsiz şekilde üzerindekileri üstünkörü kenara atıp sırtüstü uzanıp öylece durdu. Mürekkepli ellere sahip kollarını alnında buluşturmuştu. Bahar  bir poz daha alma hakkını kendinde gördü ve çekti. Önce odadan ve evden çıkmadan, Altan’ın yazdığı yazıya eğilmeden de edemedi. Okuduğu şeyi tam olarak anlamadı ama içine bekleyiş karışmış sürekli bir özlemi anlatır gibiydi.

***

Birbirine benzer haftalar geçirmeye devam ediyordu. Tek düzeliğine alışmıştı. Geceden kalma yorgun bedenini kaldırmak istedi yataktan; zorlandı biraz. Anca doğrulabildi. Bu akşam Halil’in geleceğini biliyordu. Artık hiçbir şey için heyecanı kalmamıştı. Yüzünü yıkamaya gitti. Yine bir şeyler yazmak istiyor ve zihnini sadece buna yormak istiyordu. Başka şeye pek gücü kalmış sayılmazdı zaten. Banyoda eli yüzündeyken, başını kaldırıp aynaya baktı. Elmacık kemiklerini rahatça fark ediyordu parmak uçlarında. Kurulanıp çıktı. Radyoyu açtı sadece. Bir yandan onu dinliyor; bir yandan da dokunacak bir şeyler arıyordu öylesine. Bahar’ıın geldiği günden kalma gazete sayfalarını topladı yerden. Yine mutfak tezgahının üzerinde eline alabildiği bazı artıklar, çöpler ve sairlerle beraber kutuya sokmayı denedi. Bu sırada çöp kutusunda bazı notlarının olduğu irili ufaklı kağıtların kendisi tarafından pek de buruşturulmadan bırakıldığını gördü. Ne zaman yazdığını ve ne zaman attığını yine hatırlamadı. Başkasının yazdığı bir şeyleri okur gibi kendi yazdıklarına bakıyordu:

Daha omzunda ağlayacaktım.yüzümü sevecektin elinle o an.

..

Ne ben olsaydım ne de sen. Ya da ikimizden biri. böyle acı mı olur.

..

Akşam olacak.. sonra kalacak akşam. Sonra yıldızlı sabahlar.. sonra akşam.. yine akşam.. hep akşam.

..

bu dünyaya yine geleceğim. tepsilerinde gülümseme getirecekler. Herkesle barışık, herkesle arkadaş olacağım. Sevgilim beni bulacak; hiç ayrılmayacağız. Çocuklarımız olacak, sabahları yüzüme dokunacaklar. Güneşli havalara inanacağım. Sabahları erken uyanacağım. Geceleri uykum gelecek. ben yeniden doğacağım.

..

çarşılar, kaldırımlar, ayak sesleri…

..

Halimi görsen yanında uyuturdun beni.

..

Bir şeyi beklemek kadar kötü bir şey yok… çünkü gelmiyor.

..

Güneşli mevsimimdin.

    Evin farklı yerlerinde bir uzanıp bir kalkıyordu. Akşam olmuştu. Bu aralıkların uzanma esnasında Halil’in içeri girme sesini duydu. Karşılamak için odaya geçti. İçinde olduğu hal ile uykulu oluşunun etkileriyle sessiz karşıladı onu. ’Bak, zayıflamışsın’ dedi Halil ve hemen bir şeyler atıştırmak istediğini söyleyip mutfağa geçti. Altan salondayken, mutfaktan sesleniyordu ‘’ee  anlat bakalım, ne var ne yok’’ ses gelmeyince de ‘aklın yine onda di mi’’ dedi. Altan oturmuş, parmakları çenesinde, Halil’in girer girmez açtığı televizyona bakıyordu. Derken daha tepkili ama daha derinden gelen bir tonla işitti: ‘Abi bu nee! Nerdeyse her şey bozulmuş.’ Bir süreden sonra buzdolabı için ‘sıcak bunun içi lan’ dedi. ‘Abi sen ne yaptın, zayıflığının sebebi belli oldu yani, yiyecek hiçbir şey de yok. Şu hale bak’ Ses gittikçe yaklaşıyordu. ‘Yapma gözünü seveyim. Bırak şu mevzuyu. Gerçekçi ol artık, kendini bırakmaman lazım. Nerdeyse her geldiğimde bu kıyafetlesin bak, ya bir tarafa atmışsın diğer şeyler gibi, ya da üzerinde görüyorum’ güldürmeye de çalışarak ‘Hoş, kötü de seçilmiş. Halka desenleri… Ne bu arkadaş. O aldıydı değil mi bunu sana?  …Ne diyeyim bilmiyorum ki. Benim de keyfim kaçtı.’ Biraz duraksadıktan sonra da ‘konuştuğunu gören var mı acaba!’ diye son cümleyi yüzüne bakmadan söyleyip ikili koltuğa uzandı. Olduğu yerden sadece Altan onu görebiliyordu, alnındaki kolu yüzünü kapatmış, ama televizyona bakıyordu. Bir süre daha böyle konuşmadan sağlık üzerine bir belgesele bakıp durdular. Birden tv’de görüntülerde kaymalar oluyor ve nihayet her şey kayboluyordu. ‘Al işte’ dedi Halil. Altan da hiçbir şey yapmadan bekledi. Susayıp susamadığına karar vermek istedi ve biraz zaman harcadı bunun için. Halil konuşacak bir şeyler arar gibi gülerek ‘yine mektuplar bilmem neler vardı binanın önünde? Ulan ne orijinal adamlar var.’  Altan biraz daha bekledikten sonra susama konusunda bir karara varmadan da olsa suyu almak için mutfağa gitti. Elinde bardakla dönerken, Halil’le dertleşmeyi geçirdi aklından. Odaya girerken elektrik de kesildi. Önünü dahi zor görüyordu. Buna rağmen mumu yakıp geri geldi ve masanın üzerine koydu. Oturmadan önce bir şeyler konuşmak istediği arkadaşına bakıyor ve o arada sırtını dönüp uyuduğunu fark etti onun. O da oturdu, başını geriye yasladı. Gözlerini tavana dikti. Uzun süre bekledi böyle. Buzdolabının içinde uzun süredir tüketmediği şeyleri de, dolabın bozulduğunu da yeni öğrenmişti. Sonra tv itmişti onu adeta, birden. Bir de elektrik, yetmezmiş gibi… Aslında evet yetmezmiş ki meğer, çünkü birkaç cümlelik sohbet için dudağını araladığında arkadaşı da uyuyakalmıştı. Olanlara anlam vermekte zorlanıyordu. Hepsini ister istemez topladı kafasında ve her şeye yenildiğini hissediyordu, tam bir hasta gibi bir süre bekledi koltukta.

    Elektriğin gelmesiyle birden yayılan ışıkla, karanlıkta gözünü diktiğinin pek de farkında olmadığı ampulün tavanla birleşen büyükçe oval aparatında odayı, ayrıntılar dışında rahatlıkla izleyebiliyordu. ‘İşte bütün hayatım’ diye geçirdi içinden. Işık bile onu üzmüş gibiydi.

    Ertesi gün sabah uyandığında sağa sola göz atmak için eve şöyle bir baktı. Söndürmeyi unuttuğu mum da yoktu;  Halil Ozan da…

***

     Öğlene kadar gözlerini birkaç kez daha açsa da kalkma anını öğleni hayli geçen saatlere bırakmıştı. Yatakta oturdu. Son zamanlarına hâkim olamayacak kadar düşünceliydi. Takvime bakmak istedi fakat baksa bile ilk yaprağının Halil’in geldiği aylar öncesi sıralarını göstereceğini biliyordu. Gövdesinin yanında destek gibi tuttuğu ince ve dik kollarına baktı. Bacaklarına baktı, onlara dokunmak da istedi, yapmadı. Uzun süre bekledi. Kalkmak istedi ama bu da sadece istemekti, zorlanıyordu. Gittikçe zayıflamasına rağmen tam tersine bedeni ağırlaşıyordu. Kahvaltısız güne başlamaya alışmıştı, uyumadan önce bir dilim ekmek yemek istemişti. Sehpada duran boş bardağı görünce ekmekle beraber bir bardak süt içtiğini de hatırladı. Dişlerini fırçalamadı ama yüzünü yıkadı. Aynada kendini görünce hafifçe yana dönerek, gülümsemeye çalan bir mimik yaptı yine.

    Şimdi evin içinde dolanıyordu. Yürümekte de zorluk çektiğinden biraz yorulduğunu fark ettiğinde bir de hüzün karıştırdı bakışlarına ve birden, evin içindeymiş gibi gelen cam parçaları sesi duydu. Durakladı ve yavaşça yere baktı. Gece süt içtiği bardağı elinden düşmüş ve tabanı hariç paramparça olmuştu. Gördüğü karşısında adeta şok olmuştu. Çünkü mutfağa getirmek için aldığını bile unutmuş ve hatta elinden kayıyor olduğunu hissedemeyecek kadar farkındasızdı artık. Hiç yaşamadığı, bilmediği şeyler kendini gösteriyordu. O andan sonra bir süreliğine dışarı çıkıp geldi ve zamanını belli belirsiz şeylere, uykuya harcadı. Gecenin ilerlemiş saatinde yeniden kalktı, bu saatte de olsa güne başlamayı umut eder gibi… Akşamdan beri açık olan radyonun eşliğinde, odadaki üzerinde kağıtların, kalemin, birikmiş faturaların, broşürlerin olduğu dağınık, eskimiş ahşap masaya oturdu. Kollarını masaya, onların üzerine de alnını dayadı. Kısık sesli radyoda bir şarkı çalmaya başlayınca beklediği birinin geldiğini fark etmiş gibi kaldırdı başını. Çalan şarkıyı sakin ve şarkı kadar hüzünlü şekilde dinliyordu şimdi, aklında bin bir düşünceyle. Her şeyi yeniden düşündü. Olanları, olmayanları, arkadaşlarının söylediklerini, kendi için belirlediği zamanı… Süre çoktan geçmiş ve bir şey değişmemişti. Şu an, söz konusu hesaba göre çoktan doğmuştu. Hatta yedi aylık olmuş bir bebek için fazla yorgundu…

     Miray’ı ve sebepsiz gidişiyle ilgili boşuna düşünmüş olabilir miydi gerçekten? Ona bağlılığı boşuna olabilir miydi? Bunları düşünürken iyice bitkinleşmişti. Bedeni, az önce kilolarca şeyi saatlerce taşmış gibi hantaldı. Yorgun gözleri dağınık masada öylesine geziyordu. Bir süre daha dar bir çerçevede kaldı gözleri. Birikmiş olan faturalara doğru bakıyordu. Derken, bu bakışlar birden bilinçlendi ve içlerinden birini parmak uçlarıyla almaya uzandı. Kendine doğru yavaşça çekti. Orada duran kurşun kalemi aldı. Faturanın adres bölümüne götürdü kalemi, uyuyan bir kağıda uyandırmak istemiyormuş gibi usul usul yaklaştırdı. Adresinin olduğu satırda ‘Melek sk.’  yazan yerde durdu. Altay kendini tutamayacak kadar ağlamaklıydı. Sokağının isminin ilk harfinden sonra eli nerdeyse titreye titreye noktadan biraz daha küçük bir nokta koydu:  ‘M.elek’ oldu. Bu, Miray ELEK’in kısaltmasıydı! Altan gözyaşlarına boğuldu. Anlıyordu, Miray onun kaderiydi. O, Miray’ın kaderinde değildi belki ama Miray onun kaderiydi! Yaşadığı hiçbir şey boşuna değildi. Hayat, yaşadığı acının her zerresini doğruluyordu adeta. Elindeki kalemi bırakmadan başka boş bir kağıtla devam ediyordu:

‘’ İçimdeki senle baş edemiyorum. Az öce neler olduğuna inanamazsın. İçimden atamıyorum seni. İsmini tersten okumayı keşfeden kişi sadece ben miyim dersin?

Bugün senin yüzünden sevdiğim oraları tekrar görmek istedim.

Önce ilk buluştuğumuz yere gittim. Beni o ilk beklediğin yeri minibüsten inip aynı açıdan görünce yine içim bir hoş oldu. Oraya her gidişimde bunu yapıyorum, oraya özellikle bakıyorum. Aklımdan geçen şu oldu ister istemez ‘ahh bitanem benimm….’ Beni burada beklemiştin. Telefon kulubelerinin önünde. sonra yürüdüm aşağı doğru. Seninle yürüdüğümüz yol… tren yolunun altındaki geçit. Seninle geçtik orayı. Aşağı kadar inip geri döndüm. yürürken, aklımda sadece sen vardın, senin için ordaydım. Sen de yanımdaydın aslında. o alt geçitten geçen bizdik. Yanımda bana bakıyordun, o, beni hipnotize eden gözlerinle. O küçük araba yolunu geçerken,nazenin halinle yavaşlamamızı isteyerek korkan sendin yanımda…

Başa döndüm ve minibüse bindim. Benzinliğin orda indim. Yine yürüdüm o yolu. Bugün baktım da, cidden uzun bir yol orası. Ama yemin ederim hayatımın en kısa,en keyifli yolu. köşedeki manava gelmeden bir fırın var,bilirsin. Önünde orta yaşlı kendi halinde çalışan kadınlarla bir an göz göze geldik. Gözlerinden iyilik akıyordu adeta. ve sana doğru geldiğim için bana öyle bakıyorlarmış gibi geldi. Tıpkı masallardaki gibi… Evine yaklaştım. Kestirme yollar da vardı fakat seninle geçtiğimiz yerlerden geçmek istiyor ve öyle yapıyordum. O ara önümden geçen arabaların,minibüslerin,otobüslerin içine baktım, acaba içinde misindir diye. Olabilirdin, kim bilir.

önce pencerene baktım. Başka perdeler vardı. Değiştirmiş miydin, yoksa taşınmış mıydın hiç bilmiyorum. Yine de binanın giriş kapısına doğru baktım, hangi kapıya o güzelliğini götürdüğüne. Tam olarak da bakmadım, bilerek. Daha sonradan aklıma geldikçe acı verebilirdi…. Çalıştığın yere doğru yürüdüm. Bir bina gördüm, dışı çok benziyordu ve benzediği kadar heyecanlandım ben de, yaklaşıyordum! derken bi baktım, bina boş ve önünde kum yığınları var. dehşete kapıldım. iş yerin  artık orda değildi. Yokluğunu hissetmeme o kadar yetti ki. Yürüyüp geçeceğin yolun sokaklarından birinde bekledim. Sokakta birkaç çocuk vardı. Senin, ordan geçme ihtimalini düşündükçe onlar ayrıldı ordan ve sokaktan da kimse geçmemeye başladı. Adeta seninle yalnız kalmamızı istiyorlar diye geçirdim içimden. seninle karşılaşmak yani yüz yüze karşılaşmak istemiyordum gibiydim de aslında. çünkü korkuyordum. O heyecan bana korku veriyordu artık.

Bekledim. Yoktun. Evin önünden geçtim tekrar. Penceren halen kapalıydı. Belki de başkası yaşıyordu. Yolu indim yine, tamirhaneye. Önce minibüse bindim. Sonra otobüsle eve dönecektim. Buluştuğumuz yere gelince bi daha baktım oraya, minibüs camının açık olan penceresinin aralığından, özellikle! Çünkü arada hiçbir şey olmadan görmek çok önemliydi benim için. katıksız, duru. ilk buluştuğumuz yer…

Güneş batıyordu

Ben de batıyordum.

aklımda durağan müziklerle geldim.

İndim.

Otobüse geçtim. sanki evime değil de çok uzaklara gidiyordum. Kendimi bir film sahnesinde gibi hissettim ve iner inmez arkama, az önce geldiğim yöne baktım. Sana…

Hem söylenecek hem yaşanacak o kadar çok şeyim var ki bize ve sana dair. başlarsam bitmez. Bu yüzden bu konuya girmiyorum. Hepsi bende kaldı. Yazdıklarımın hiç biri sana ulaşmadı mı gerçekten? Belki tahmin ediyorsundur içimde ne kadar büyük olduğunu. Çok ciddi anlamda yer ettin benim hayatımda. Kendime bakmakta zorlansam da, ayna karşısına geçip gülüşünü taklit ediyorum halen, o kadar güzel ki çünkü.

Seni unutmayacağım.

***

Başını kaldırdığında masada ne kadar süredir uykuda olduğunu bilmiyordu. Az önce yazdıklarını, masada daha önceden bıraktığı sayfalarla beraber toplayıp, kalkıp odasına yürüdü, burada biriktirdiği diğerleri ile birleştirdi. Özentisiz toplanmış yüzlerceye yakın sayfa kağıtla dar balkona çıktı. Dışarıda sabaha yaklaşan bir gece ve rüzgar vardı. Soluna bir iki adım atıp yere oturdu. Dizlerini kendine çekti, başını betona yasladı. Ağlamaklı hali geçmiş, yorgun, bitkin, bırakılsa oracıkta daha da uyuyacakmış gibi duruyordu. Derin nefesler almaya çalıştı. Şimdi kağıtları tek eliyle tutuyor, diğer eliyle balkondan boşluğa doğru, sahibine gitmesini ister gibi, eline geldiği kadarıyla beşer, üçer, onar fırlatıyordu…

Miray’ın, Altan’ı üzen yokluğu bile anlamını yitirmiş gibiydi. Şimdi yatağında, kimseye söyleyemediği eski gizli aşklarını, vicdani hesaplaşmalarını, farklı hayatları düşündü… Kendini, ailesini, hayatını, arkadaşları gelip gidiyordu zihninde ister istemez. Kafası çok karışıktı. Aklına bin türlü senaryo, bin türlü sahne, bin türlü sıkıştırıcı fikir geliyordu. Uyumak üzereyken kapalı gözünün içinden kılıç kesikleri gibi çizgiler görüyordu. Bir şeyler mırıldanmaya çalıştı, dudakları aralandı ve hırıltılı bir nefes çıkarabildi sadece. Uykuya daldı. Kucağında kalmış elleri, Halil’in kötü olduğunu söylediği tişörtünün iri halka desenleri arasında kelepçelenmiş gibi izlenim verirken, kendine has bir tutsaklık yaşadığı hayatını özetliyordu sanki…

***

Fotoğraflar şehirlerin birinde, en küçüğü 70’e 100 boyutunda, birbirine bağlantılı geniş birkaç odanın olduğu bir salonda sergileniyordu. Açık bırakılmış uzun siyah saçlı, dizlerindeki eteği ve kısa çizmesiyle, elleri montunun cebinde bir kadın, uzanmış bir adamın lacivert renginde kanıyormuş gibi görünen mürekkepli resmine uzun uzun bakıyor ve adamın hemen yanındaki kağıtlara parmakla yazılmış yazıyı okuyordu: saf ve noktasız

Son Yazılar

Hepsini Gör
ADAM'IN HİKAYESİ

Taksiciye 'çok geç kaldım beni otogara lütfen yetiştir!' dedi, gömleğini iliklerken. Taksici yetiştirdi. Adam ücreti öder ödemez inip,...

 
 
 
VİRGÜL

-Hayırdır, düşüncelisin yine sanki? +Bunu yolladı bana.. -Göster bakiyim "Virüs falan dikkat et kendine çok kalabalık yerlere girme!"...

 
 
 
biri benden uçakla gitmiş olmalı

Bekleme bölümünde yerden göğe kadarki pencerelerin öte tarafında, yerdeki yakınlı uzaklı uçaklara bakarken babamın yolculuklarla ilgili dedi

 
 
 

Comments


20200626_140929_edited.jpg
  • White Instagram Icon
  • White Twitter Icon
  • White Pinterest Icon
  • Beyaz YouTube Simgesi

© 2017

bottom of page