top of page

Kibrit Kutusundaki Nar Taneleri

  • Yazarın fotoğrafı: Ferhan Tutaşer
    Ferhan Tutaşer
  • 10 Eyl 2018
  • 8 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 29 Haz 2020

Yaşlı insanların yolda durdurup, tebessümleriyle ‘ne derdin var çocuğum’ diyebilecekleri insanlardan… Hüzün halleri… Bu onun ne yazık ki vefalı dostuydu; onu terk etmediler! Cevapları sorularından daha az, yani sıkıcı bir teraziye sahipti. Yatalak sayılabilecek babasıyla yaşıyor. İlerleyen yıllarında hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeyle uğraşmadan yaşamaktan sıkılacağını bildiği için, biraz ileri görüşlü davranıp, 15 yaşlarında bilgisayar kullanma yeteneğini geliştirerek, sonunda da bilgi birikimine uygun yerlerde çalışmaya başlamıştı. Şimdi bir matbaanın sayfa düzeni işleriyle uğraşıyor, akşamdan önce de işten evine dönemezdi genelde. İş yerinde de her türlü şey yüzünden karışık, evde kafası yorgun; evle iş arasındaki yolda da zihni meşgul oluyordu hep. İnsanların nerdeyse her konuda umursamaz olduklarını düşünüyordu. Olmaması gereken birçok şey bu dünyada çoktan gerçekleşmişti ona göre ve kendi hayatıyla ilgili hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığına inanmak üzereydi. Değişmişti her şey.. İnsanlar, yollar, kuşlar..  Hatta çocukluğunda evlerinin bahçesinden baktığı gökyüzünün rengiyle şimdiki göğün renginin bile aynı olduğu yönünde ciddi şüpheleri vardı artık. Eskiden daha maviydi galiba. Şimdi binanın merdivenlerini çıkarken ayak seslerini dinleyip ayaklarına bakıyordu sadece. Kapının kilidini çevirdiğinde içerdeki sesler görüntüler yine her zamanki gibi: Yerleri hiç değiştirilmeyecek olan eşyalar, güneş görmeyen mutfaklarının gündüzleri bile yakmak zorunda oldukları açık kalmış lambası, belli belirsiz sesi duyulan televizyon, kapısının önüne kadar çıkmış tuvalet terlikleri… Babası bugün de her zamanki hallerinde.

‘Geldin mi?’ ‘Evet baba.’ Sırt çantasını, montunu astıktan sonra ilk olarak televizyonun olduğu odaya yürüyüp babasını görmeyi tercih ediyor her zamanki gibi. Yaşlı sayılabilecek adam geniş, rahat ama eskice bir koltukta, alt ve üstün uyumsuz olduğu iğreti pijaması ve yarı mutlu geçirilen yılların kendi yüzüne oturmuşluğuyla, adeta ‘sen her gün kapıdan girer girmez burayı ve beni nasıl buluyorsan, ben de sen gelince hep aynı şeyi görüyorum kızım’ diye düşünür gibi bakıyor. İkisi için de rutin bir hayattı artık bu. Annesi, o çocuk yaştayken ölmüş, şu an nerede olduğu konusunda pek bilgilerinin olmadığı ama bir yerlerde geçimini sağlayabildiğinden haberdar oldukları erkek kardeşi ise onları aramıyordu. Hepsinin toplamından sonra da babasının yaşlılık belirtileri artmış, nihayet en fazla ev içinde günlük ihtiyaçlarını karşılamak ve sırf dışarı çıkmış olabilmek adına ekmek almak için ayaklanabiliyordu adam. Babasıyla havadan sudan konuşmanın ötesine geçmiyorlar birkaç yıldır. Naif, umutlu bir çocukluk yaşamıştı. Evlerinin kış mevsimindeki o sürekli sisli manzarası çocukluğuyla ilgili hatırladığı en erken imgesiydi onun. Ailesiyle ve genel yaşamıyla ilgili en çok üzüldüğü şeylerden biri, küçükken ona hediye edilen mandolini annesine -ya da annesiyle- hiç çalamamış olmasıydı. Böyle anlar geliyordu aklına. Annesiyle eski evlerinde, adeta bir film sahnesindeki gibi güzel bir karede pencereden içeri girmiş ışık huzmesi altındaki odada, elinde mandoliniyle beraber şarkı söylediklerini hayal ediyor, bu hiç yaşanmamış sahnede gülümseyen annesine ve kendine bakınca hüznü ilerleyip, bir noktadan sonra inceden inceye bir klarnet sesi ekleniyordu. Her defasında bu sesi nasıl duyduğunu kendisi de anlamıyordu. Geldiği evinde engel olamadığı düşüncelerinden dolayı yorgun bir gece geçirmişti dün. Ve sabahında az önce arkasında bıraktığı gün için bir şeyleri planlayacak hali kalmamıştı. Onun başına bela bu düşünce seansları, iş yerinde yorulduğundan daha fazla yoruyordu onu. Bazen saçma sapan şeyler hayal ediyordu kendisiyle ilgili. Bu halini normal bulmadığıyla ilgili kafasında sorular belirmemiş değildi. Ailesinin okumasına tam anlamıyla destek olamamasına rağmen ilgili olduğu bazı konularda, mesela psikoloji alanında biraz okuma yapmıştı. Kendiyle ilgili bu farkındalığı o bilgilere borçluydu. Yoksa öğrenmese daha mı iyiydi? Yok, hayır. O, ‘’gerçek’’ denen şeyin peşindeydi hep. Örtbas etmek ona göre değildi. Kendiyle ve bu hayatta edinebildikleriyle ilgili çok fikri varken, çevresindekilere, insanlara baktığında şaşırıyordu. Çünkü herkesin olumsuz olması muhtemel bir hikayesi vardı aslında. Vardı ama yine de ona başkalarının yaşadığı tüm olumsuzluklar yüzeysel geliyordu. Çünkü ona göre gerçek sıkıntı insanı ciddi buhranlara iter. Akla ilk gelenler gibi değil! Mesela hiç, bir otobüste birden ne dediği belli olmadan haykıran, kendini kaybeden gözü yaşlı birine rastlamamıştı. Madem öyle, en fazla ne kadar sıkılıyor olabilirdi ki bu insanlar? Toplumsal baskı mutsuzluğu da baskılıyordu ama içten gülümseyen insanlar bile vardı. Gerçekten mi diyordu içinden, biraz da kıskanarak belki de ‘gerçekten bu kadar mutlu musunuz?’ O ise olur olmaz yerlerde ağlamak istiyordu işte. Neresi olursa olsun bunu hissettiği zamanlarda kendini tutamaz ve gerçekleştirirdi bunu. Böyle anlarda yürür halde olsa bile gözlerini kapayıp başını öne eğiyordu. Farklı bir duygu durumuydu ondaki. Sıra dışı algı dünyası başına bela olmuş durumdaydı. Öyle ki, yolda insanların içine karışmışken, etrafında olup bitenler arasından görünenin ardında anlamlandırdığı bazı şeyler ruhsal durumunu haklı çıkarır cinstendi. Bugün eve dönerken dikkatini çeken şey için de aynı şeyi düşünmüştü. Çarşıda, para kazanmaya çalışan birinin, ihtiyacı olan herkese malını satmak adına hazırladığı sürekli tekrar eden ses kaydında söylenen kelimeler dikkatini çekmişti. Çünkü o kelimelerin onda bıraktığı imge daha farklı olmuştu. Kayıt bağırıyordu: 'Eskimiş kimlikleriniz pvc ile kaplanır.' Kimsenin fark etmediği bu türden şeylerle baş etme konusunda yeteneksizdi. Olması gerektiği yerden her defasında şüphe etmek gerçekten zor bir durumdu. Zaten edemiyordu. Dün gece yine, ona dışardan bakan birisinin ‘’kâbus görüyor’’ diyeceği bir durumdaydı, yorgunluğu bundandı. Yatağında, gözleri kapalı, iki kez sinir krizi geçirdiğini hayal etmişti. Ve bu hayallerini vücudunda da dışa vurmuştu. İlginçtir ki onun yaşadığı bu hayali tecrübeler o kadar gerçekçiydi ki, o sözde krizler için gerçek olmadığı konusunda hiç kimse kesin bir şey söyleyemezdi. Bu gibi ve genelde sırt üstü uzanmışken başlattığı bu düşünceleri esnasında, bacaklarından başlayan kasılma hissini engellemeye çalışıyordu. Önce üst baldırı sonra ayak başparmakları titriyordu. Gittikçe bir ağ gibi onu saracak olan acı dolu kasılma başlangıçlarına kendini bırakır ve kabullendikçe gittikçe kötüleşecekti. Bunu istemiyordu. Acı çekmeyi sevmeyecek kadar akıllıydı. O, o anları yaşıyordu. O türden bir şeyi gerçekten yaşayan birinden farksız duygusal ve fiziksel tepkiler veriyordu bu düşleri esnasında. Kendini tepeden tırnağa kasıyor, tüm vücudunda ve doyurulmamış ruhunda acılar hissediyordu. Hayalleri inanılmaz derecede gerçekçiydi: Bir otel odasında, evinde… ya da kendince yalnız kaldığı herhangi bir yerde… Olduğu yerde, önce o an aklına getirdiği sıkıntısı aklına geliyor, sonra yavaş yavaş durgunlaşıp elindeki işi bırakıyor, gözleri dalıyor, sıkılıyor, elini alnına götürüyordu.  Bir süre sonra iyice durgunlaşıyor ve nihayet güçsüz bir ruhsal hasta gibi yere bakakalıyordu. Birileriyle konuşma ihtiyacı duyuyor; yardımına koşan insanları hayal ediyor ve her defasında lise yıllarında, ayını sınıfta olup da tanıdığı ve ama o günlerden beri bir daha hiç göremediği garip çocuğu aklına getiriyordu. Garip evet. O çocuk onda izler bırakmıştı. Pek kimseyle konuşmayan Hakan, en zahmetsiz tanımlamayla asosyal biriydi. Somurtkan değil ancak aşırı suskundu. Düşünceli bir hali vardı onun da, bir eliyle sıklıkla sağ kaşıyla oynuyordu. O yaşlarda biri için fazla zihin takıntıları yaşıyor olmalıydı. Hakan da kendisi gibi olur olmaz yerlerde yaptığı bir şey vardı ki en çok bu ilgisini çekmişti. Hakan, cebinde bir yerlerinde sürekli içinde nar taneleri olan bir kibrit kutusu taşır, zaman zaman açar ve nar tanelerine bakıp, önce bir şeyler mırıldanır sonra da geriye yaslanıp başını eğerdi. Ne kastettiğini asla kimse anlamıyor ve pek de umurlarında olmuyordu. Ancak alay konusu edilemeyecek kadar da hassas bir şey olduğunun farkında olduklarından, kimse hiçbir şey de söylemiyordu ona. Bir gün, Hakan’ın böyle bir anında ona yaklaşır gibi olmuş; ama daha sonra vazgeçmişti. Yıllar sonra o günkü konuşmayışının sebebini, o anın büyüsünü bozmak istemeyişine yordu. Konuşmayışına pişman mıydı şimdi? Belki. Kriz anlarını süsleyen Hakan’ın varlığını aklına getirdikten sonra, onu anlamaya çalışan bir imkansız arkadaş buluyor yanında ve kendisine yardım etmek için kurulan iyi niyetli cümlelere cevap vermeye çalışıyor ama anlaşamıyordu bir türlü. Dün gece hayalinde yine o kadar gergindi ki, ona dokunmaya çalışan arkadaşının ellerini sertçe itiyordu. Sanki üşüyen birinin sinirli tavrıydı bu. Hayalleri bir süre sonra, başkalarının onu diz çökmüş güçsüz bir şekilde bulmasıyla devam ediyordu. Ona yardım etmeye çalışıldıkça o inanılmaz şekilde sinirleniyor, konuşmamaya çalışarak acı çeken gözlerle bakıp onlardan kaçmaya çalışıyordu. Böylece gittikçe kötüye gidiyor ve sonunda artık bacakları, kolları, göğüs kafesi, hatta alnı zapt edilmeye muhtaç titremeler yaşıyordu. Zihnindeki kurguda herkes dışarı çıktığında beton üzerinde beklerken, arkalarından baktığında yere düşürülmüş bir kibrit kutusu görmek istiyordu. Hayalinin geldiği noktaya inanamıyordu ve ama bir şeylere yenildiğini anlıyor ve zihninde, olduğu yerde ağlamaklı ve içten bir çığlık atıyordu! Bu andan sonra hayallerine artık daha fazla direnemeyip kasılmalara bırakıyordu kendini. Sıkabildiği kadar sıkıyordu tüm vücudunu ve yumruklarını. Kendini bırakıp tekrar tekrar sıkıyordu. Rahatlıyordu ama üzülüyordu haline… Derken başından beri geçen yaklaşık yarım saatlik bu serüvenden sonra yatağında oturmaya kalkmış, girişteki hafif ışığın odasına da yansıyan loşluğunda gayet sakin, başı yerde ‘’ne oluyor’’ diye fısıldadı kendine. Çok fazla şey yüklenmişti. Hiçbir şey yapamıyordu, hiçbir şey. Bu çok ilginç, çok acı, bu çok… …acınası belki de. O an içindekinin can sıkıcılığına inanmak istemiyor;  ‘’rüya… hepsi bir rüya olmalı. Çünkü başka çıkış yolum yok’’ diyordu içinden. İlkay… Yirmili yaşlarındaki bu genç kızın özel hayatını bilen biri olsa durgunluğundan bir sonuç çıkarır ama içindekilere şaşırırdı. Omuzlarına değmeyen kızıl, dalgalı saçlarını birkaç yıl önce, evde makasıyla kestiğinden beri pek uzatmıyordu ve ojeli kısa tırnakları vardı. Sadece bir kez, 14 yaşındayken, annesinin odasında boy aynasının karşısında kendisine vücudunu yan çevirip bakıp, avuçlarıyla bağrından karnına doğru dokunarak ve hafifçe tebessüm ederek baktığı göğüsleri ve yani fiziksel kadınlığı, yaşı ilerledikçe onu heyecanlandırmayacaktı. Çünkü dış görünüşünü pek önemsemez; sadece olması gerektiğini düşündüğü kadar biriydi. Ama galiba kişisel bakımına önem veren kadınlara karşı, kendine bile çaktırmaya korktuğu küçük de olsa bir kıskançlık yaşıyordu içinde. Halen içinde olduğu akşam babasıyla beraber yemek yedikten ve biraz televizyona baktıktan sonra, İlkay babasının yine aynı odadaki yatağına uzanmasına yardım edip, tv kumandasını yanındaki sehpaya bırakarak kendi odasına döndü. Yatağında sırtüstü uzanmış karanlığın içinde çok az da olsa duyulan televizyon sesine kendi iç dünyasının sesi karışmıştı. Aklına yarın neler yapabileceği geldi. Tatildi. Aklına en son getirdiği bu şeyle uykuya daldı.

***

Pazar sabahı… Durağan geçen gecenin ertesinde her şeyden evvel sigara içmeyi tercih etti. Babası o uyanmadan bir şeyler yemişti bile. O da kahvaltısını atıştırarak geçiştirdi. Şimdi kendine bir iyilik yapması gerektiğini düşünüp, kapalı ve soğuk havaya için uzunca montunu ve atkısını da alıp dışarı atıyor kendini. En azından temiz havaya ihtiyacı vardı. Denizi görmek istediğini hissetti. Durakta, gideceği yöne gitmek üzere gelecek olan iki otobüsten gelenine biniyor. 35 dakikalık bir yoldan sonra son durakta inip büyük bir meydandan sonra başlayan iki yanında ve ara sokaklarda mağazaların, dükkanların, seyyar satıcıların ve haliyle kalabalığın olduğu yerden sahile doğru yürümeye başlıyor. Belli belirsiz düşüncelerle bakınıyor. Az sonra sahile inip muhtemelen bir saat kadar orada oyalanıp, evine geri dönecek. Sahile doğru yokuş aşağı giden yürüme yolunda ilerler ve yarı bakışlarla etrafı seyrederken, yolu sağlı-sollu kesen sokaklardan birinin iç tarafında kendi yaşlarında bir adamın bağdaş kurmuş, sırtını duvara dayayıp oturduğunu ve önünde, üzerinde para olup olmadığı tam anlaşılmayan bir bez parçasını görüyor. Yürürken simetriyi bozup istikametini nedense ilgisini çeken bu adama doğru veriyor. Hüzünlü bir hali var gibi görüğü kişinin de. yaklaştıkça da ayrıntıya dikkat ediyor, adam ağlıyor mu ne. Elinde de bir şeylerle uğraşmakta. Küçük bir mendil… değil. Çöp parçası vs… hayır. Bu bir kibrit kutusu! Adamın elinde açık bir kibrit kutusu. Gittikçe yaklaşıyor ve genç sayılabilecek bu adamın elini cebine götürmesinden, onun birazdan bir sigara yakacağına hazırladı zihnini. Ama öyle bir şey olmadı. Adımları istemsiz ona doğru gidiyor, kafası birden mekan algısını yitirecek şekilde karışıyor. Etraftaki sesleri duymuyor, baktığından başka da bir şey görmüyor gibi artık. İyice yaklaşıyor gözleri, adamın ellerine… Kutunun içinde, gözünün seçebildiği kadarıyla... Aklına gelen şeyden dolayı o kadar heyecanlı ki şu an, kalp atışları birden çok hızlanıyor!  Bu soğuk havada yangında hissediyordu kendini. Ne yapacağını bilmeden yaklaşıyor. Yaklaşıyor… Adamın dizleri üzerine doğrulduğunu görüyor. Yaklaşıyor ve adamın kalkarken eline almasıyla fark ettiği şey… Bir klarnet!  O an ‘’gidiyor mu yoksa?’’ diye aklından geçirirken… ‘Olamaz ki’ diyesi geldi. Ama başka kim olabilir ki, O’ydu! İsmini sayıkladı istemsiz ve heyecan dolu. ‘Seslenmeli miyim? Tabi ki!’ dedi içinden heyecanını korur bir şekilde. Evet… Yıllar önce yaptığını şimdi yapmayacaktı. O konuşma fırsatını şimdi kaçırmak istemiyor, bu defa konuşacaktı. Hakan’a doğru gözünü ondan ayırmadan bu düşüncelerle yürürken birden gözünün önündeki görüntü karmakarışık bir hal aldı. Kendine geldiğinde bir adam ellerini açmış şaşkın, İlkay’a bakıyor. Biriyle çarpışmıştı. Bir süre bakakaldıktan sonra, İlkay hatanın kendisinde olduğunu anlıyor, hiç konuşmadan –çünkü konuşabilecek durumda değil- çarpmasıyla düşürdüğü, yerdeki kağıtlara eğilerek, sadece eline gelenleri alıp sahibinin kucağına uzattıktan sonra Hakan’a dönüyor yeniden hemen. O da ne? O arada Hakan oradan uzaklaşmış ve olduğu sokağın sonuna yaklaşmıştı. İlkay birkaç hızlı adım attıktan sonra Hakan sağa sapıyor ve gözden kayboluyor. Koşar adım sokağın sonuna gelip aynı yerden döndüğünde ise bomboş ve az ötede ikiye ayrılan bir başka sokaktan başka bir şey görmüyordu. Şaşkın biri gibi her yönüne bir iki hızlıca adımlar atıp geri yürüyor. Yok, gitti. Kaybetti. Olduğu yerde birkaç dakika ne düşüneceğini bilmeden bekledi. ‘Belki de o değildi’ gibisinden kendisinin bile inanmadığı şeyler düşündü. Sokaktan geri yürürken her gün buraya gelmeyi planladı, belki tekrar karşılaşabilirdi. Onu gördüğü yerde bıraktığı mendil ve üzerindeki birkaç bozuk para, Hakan’ın burayı ya terk ettiğinin ya da tekrar döneceğinin işaretiydi. Şimdi yolda, Hakan’ı gördüğü yerden geriye doğru evine doğru yürüyor, ‘bir şeylere bir türlü yetişemiyorum, yetişemiyorum. Hepsi bir rüya olmalı, başka çıkış yolum yok’ dedi yine kendi kendine. Az önce ister istemez karar verdiği fikrini gerçekleştiriyor ve manava uğrayıp poşete koydurmadan tek tane nar alıp, sigarasını yaktıktan sonra çantasındaki kibrit kutusunu öylece boşaltıp yavaşça yine çantasına koyuyor, nar ile beraber. Soğuk havada ağzından çıkan buharlarla karışık sigara dumanına bakıp, çocukluğundaki sisli manzarayı hatırlıyordu.

***

Eve ulaşıp kapının kilidini çevirdiğinde içerdeki sesler görüntüler yine her zamanki gibi: Yerleri değiştirilmediği belli olan eşyalar, açık mutfak lambası, belli belirsiz sesi duyulan televizyon, kapısının altında görülen tuvalet terlikleri… Çantasında narın ve şimdilik boş olan kibrit kutusunun varlığını da düşünerek, gözlerini kapayıp başını öne eğiyordu İlkay.

‘Geldin mi?’

 ‘Evet baba.’

Son Yazılar

Hepsini Gör
ADAM'IN HİKAYESİ

Taksiciye 'çok geç kaldım beni otogara lütfen yetiştir!' dedi, gömleğini iliklerken. Taksici yetiştirdi. Adam ücreti öder ödemez inip,...

 
 
 
VİRGÜL

-Hayırdır, düşüncelisin yine sanki? +Bunu yolladı bana.. -Göster bakiyim "Virüs falan dikkat et kendine çok kalabalık yerlere girme!"...

 
 
 
biri benden uçakla gitmiş olmalı

Bekleme bölümünde yerden göğe kadarki pencerelerin öte tarafında, yerdeki yakınlı uzaklı uçaklara bakarken babamın yolculuklarla ilgili dedi

 
 
 

Comments


20200626_140929_edited.jpg
  • White Instagram Icon
  • White Twitter Icon
  • White Pinterest Icon
  • Beyaz YouTube Simgesi

© 2017

bottom of page