Kabullendim ya da Kabullenmedim
- Ferhan Tutaşer
- 7 May 2017
- 3 dakikada okunur
Bugün çalıştığım dergide gecelemek zorundayım. Sabaha kadar uyumamamı ve tek başına kalmamı gerektiren bir nöbet bu. Sıkılgan bir adam için bu yalnızlık nöbetleri gerçek anlamda 'düşündürücü'ydü.
Bu görevler sırasında, zamanı değerlendirebilmek için yanıma okuyabileceğim bir kaç dergi ve bir süre sonra dünü anlatacağı halde yine de okuma halinde olacağım gazeteler alıyordum, iyi oluyordu. Bu sırada uzunca bir süre okuma fırsatı bulmuş olabildiğim için hafiflemiş oluyordum. Aslında insan ‘yalnızlığı değerlendirmek’ deyince, bazen ‘ne yalnız kalayım ne de değerlendireyim’ diyor.
Okuyacaklarımı alıp evden çıkıyorum. Şaşırtıcı olmayan bir sabah.
Uykuluyum, ama gözümü açtığım için artık ister istemez hayata karışmak zorundayım. Hoş bir duygu değil bu. Kaç zamandır böyle sabahlar yaşıyorum. Her şeyi kabullenip ya da kabullenmeyip gelmiş olduğunu fark ettiğim servis aracına bindim; beni çağırıyordu adeta. Biliyorum, ayrılmak istediğim, olmak istemediğim bir yerdeyim ve işe gitmek istemiyorum. Bugün de sıkkınım. Bir de nöbet var, üff…
Servise bindim. Yirmi dört saat hep aynı yerde, benim için en belirgin özelliği de kapalı olduğu hissedilen bir yerde kalacağım endişesiyle dışarıdaki son dakikalarımı fırsat bilip, servis koltuklarından cam kenarında olanlarından birine oturup dışarıyı seyrediyorum: Yeni açılmış dükkanlar, mağazalar, okullarına yürüyen çocuklar ve tek tük insanlar… Kırmızı ışık… Seviniyorum! Dışarıda kalma sürem biraz daha uzadı böylece. Ah bu ışık biraz daha öyle kırmızı kalsa ne güzel olur. Yok ama işte, illa ki gideceğim işe. Bir türlü bir şeyleri yenemiyorum.
İş yerime gelip, nöbeti devraldım. Okuyacaklarım, sigaram… Kasetçalar burada var zaten, her şey tamam. Bir de pek kullanmadığım cep telefonum.
Nöbete başlıyorum. Telefonumu kapalı halde tutuyorum; aranma ihtimali olan ve muhtemelen aranan insanların sabahın köründe telefonlarını açmalarını resmen kıskanarak. Açmıyorum telefonumu, kimse tarafından aranmadığım için sessizlik hoşuma gitmiyor çünkü. Öylece birkaç saat masamda oyalandıktan sonra, öğlen saatlerinde açıyorum telefonumu. Yalnız başıma komiklik yapıyorum bazen ve fark edince kendimi kötü hissediyorum. Odada tek başıma dolanıp, konuşup gülüyorum. Yetmiyor. Ailemden, arkadaşlarımdan uzak bir yerdeyim. Şimdilik buralardan ayrılabilecek durumda olmayışımı da kabulleniyor ya da kabullenmiyorum.
Öğle yemeğimi getiriyor, orda çalışan çocuklardan biri. Yemeğimi yedikten sonra çalmayan telefonumun varlığına sıkılıyorum. Telefonumun anlamsızlaşmasıyla baş edemiyorum. İki yıldır şehrimden uzağım. Şu halde telefonum daha bir önemli oldu, oldu ve anlamsızlaştı. Bazen arkadaşlarım aramıyor değiller. Ama insan farklı bir şey bekliyor. Mesela arayıp ‘yarın ordayız’ deyip şaşırtsalar beni! Çok sevinirdim. Ya da sevgilim olsa, buluşup vakit harcasak, akşam evlerimizden bir kez daha haberleşsek, ertesi gün sabahın köründe açsam telefonumu. Çok sevinirdim.
Zaman ilerliyor. Odadaki eşyaların git gide uzayan gölgeleri… Akşam oluyor. Halen sessizlik. Şaşırmıyorum.. Okuduklarım bitmek üzere artık, iyi. Aslında bir dergiyi okumak yerine yayınlamayı ne çok isterdim diye düşünüyorum. İstediğim hiçbir şey olmuyor mu ne, yoksa ben mi çok karamsarım? Hayır sanmıyorum. Tek başımayım işte. Bu kadar kesin. Neyse, yapacak bir şey kalmadı. Bolca düşünme zamanı.
………….
Artık gece onbir oldu saat. Bu esnada çocuklardan biri içeri girdi. Halini sordum: -Nasılsın oğlum? -İyidir abi, sen nasılsın? -Nasıl olsun işte, öyle… evde işler nasıl? -İyi çok şükür. Bir sıkıntı yok, sağolasın abi. -Aramıyor musun aileni halen? -Yok. -Yapma öyle bak. Neydi durumlar sizde? -Babamla ablam kaldı işte. -Hm.. -Uzun süredir görüşmüyoruz yani. Hani küs değiliz de, öyle… -Merak da ediyorlardır. Ara ara, insan bekliyor.
Dedim ve o da başını mahcupmuş gibi sallamakla yetinip, benim iznim olmadan gerçekleştiremeyecekleri için, dışardan –ben dahil- diğer arkadaşlarına da dürüm istememi rica etti. İş yerinin telefonunu kullanmak istemedim. ‘Nasıl olacak’ dedim çocuğa. O biraz çekinerek ‘abi bizde dürümcünün numarası var, senin cebini kullansak ...’ dedi. İyi dedim, verdim telefonumu o aradı, istedi. Aslında bu saatte yemek yemek, sıkıcı bir nöbet için heyecan vericiydi. Ama yarım saat geçmesine rağmen sipariş gelmemişti. Burada çalışan diğer çocuklar ara sıra bunu yaptıkları için bu süreyi gecikmiş saydılar. Derken biri aradı beni ve kapının önünde gidip yemeği almamız için beklediğini söyledi. Haber verdim ve inip alıp geldi çocuklardan biri. Ben odada yalnız yedim, diğer çocuklar da odalarında. Dürümü, iş yerinin her zaman sadece o odasında karşılaştığım kedisiyle de paylaşıp bitirdikten sonra şu geldi aklıma:
Gerçekten ilginç. O kadar şeyi yaşamış ve sıkılmış olmamdan sonra beni, arkadaşlarım, ne yanıma gelmek gibi bir sürprizi söylemek için; ne sevgilim, ne de herhangi bir şey için herhangi biri aramıştı. O gün ve gece, telefonumun çalmasına tek sebep, kapıya gelmiş olduğunu söylemek için beni heyecanlandırmayan aramasıyla dürümcü olmuştu!
Bu saatten sonra da kimse aramazdı herhalde. Her şeyin böyle olacağı sabahtan belli değil miydi ki?
Dürüm değil ama, durum çok acıydı!
Kabullendim ya da kabullenmedim.
Comments